İslâmda zâhir ve bâtın olmak üzere iki bilgi türünün bulunduğu görüşü ilk defa Şiîler tarafından ortaya atılmıştır. Hz. Ali henüz hayatta iken çevresinde toplanan bazı kişiler ondan başka hiç kimsenin bilmediği bir bâtın ilminin varlığından söz etmişlerdi. Fakat Hz. Ali bu iddiaları reddederek Allahın kendisine lutfettiği zekâ ile naslardan çıkardığı bazı mânalar dışında herkesin bildiğinden farklı bir ilme sahip olmadığını belirtmişti (bk. Buhârî, Cihâd, 171; Tirmizî, Diyât, 16). Buna rağmen Şiîler Hz. Peygamberden sonra yegâne meşrû halife tanıdıkları Hz. Alinin başka insanların bilmediği bâtın ilmine sahip bulunduğu, onun ilim şehrinin kapısı olduğu inancını sürdürmüşler ve kendisine ait olduğunu iddia ettikleri bazı sözler rivayet etmişlerdir. Bir kısmı Sünnî kaynaklara da girmiş olan bu sözlerden birinde Hz. Ali göğsünü göstererek, Burası ilimle dolu, başka bir sözünde de Aranızdan ayrılmadan bilmediklerinizi bana sorun demişti.
Aşırı Şiîlerden Ebû Mansûr el-İclî Allahın Hz. Muhammede tenzili, kendisine ise tevili indirdiğini ileri sürmüş, tenzili zâhirî ilim, tevili de bâtınî ilim şeklinde açıklamıştı. Cafer es-Sâdıkın öğrencilerinden sayılan ve bâtın ilmini bildiği öne sürülen Câbir b. Hayyân bu ilmi, kanunların konuluş sebeplerini ve ilâhî akıllara uygun olan özel gayeleri bilmektir şeklinde tarif etmiş ve bu açıklamasıyla felsefî bilgilere işaret etmiştir.
Hz. Aliden sonra Muhammed Bâkır ve Cafer es-Sâdık gibi imamlara intikal ettiğine inanılan bâtın ilminin, bu ilmi anlama ve kavrama seviyesinde olmadığından halka açıklanması uygun görülmemiştir. Zira halk bâtınî anlamları kavrayamayacağından bu konuda söylenenleri reddedecek ve bu yüzden günaha girecektir. Hz. Aliye nisbet edilen bir söze göre Hz. Peygamber kendisine yetmiş çeşit ilim öğretmiş, ancak o halkın kendisini yalancılıkla suçlamasından çekindiği için bunları açıklamamıştı. Zeynelâbidîn ve Cafer es-Sâdık gibi imamların da sahip oldukları bâtınî bilgileri, putperestlikle suçlanıp idam edilmelerinden endişe ettikleri için açıklayamadıkları rivayet edilir. Cafer es-Sâdıkın bildiği iddia edilen cefr ilminin de bâtın ilmi olduğuna inanılır (Küleynî, I, 240-241).
Bu tür rivayetler Şiî inancında önemli bir yer tutar. Şiîler bu ilmin mâsum imamlar yoluyla kendilerine intikal ettiğine inanırlar. Aralarında benzerlikler bulunmakla beraber Caferiyyedeki bâtın ilmi ile İsmâiliyyedeki arasında büyük fark vardır. Caferiyye ve Zeydiyye mezheplerindeki bâtın ilmi anlayışı İsmâiliyye mezhebinde olduğu gibi hiçbir zaman dinî mükellefiyetleri geçersiz sayma noktasına varmamıştır.
Şîanın bâtınî ilim anlayışı şerî hükümlerden çok imâmet ve siyaset konusuyla sınırlı kalmasına karşılık tasavvuf düşüncesinde konu bu iki alanın dışında tamamıyla farklı bir bağlamda ele alınmıştır.
Mutasavvıflar dinî ilimleri biri zâhir, diğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırır; hadis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlere zâhir ilimleri, tasavvufa da bâtın ilmi adını verirler. Zâhirî ilimlerle meşgul olanlara zâhir ulemâsı, rüsûm ulemâsı ve ehl-i zâhir, kendilerine de bâtın ulemâsı ve ehl-i bâtın derler. Mutasavvıflara göre naslardaki gizli mânaları, ibadetlerin mânevî ve ahlâkî özünü, varlık ve olayların arkasındaki sırları açıklığa kavuşturan bâtın ilmi gizlidir ve onu halka açıklamak câiz değildir. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları ya anlayamaz veya yanlış anlar. Bu yüzden bâtın ilmi ancak zeki, yetenekli, istekli ve kalp gözü açık kimselere öğretilir. Başlangıçta bâtın ilminden sadece işaret yolu ile bahsedilir, bu ilim açık şekilde ifade edilmezdi. Bâtın ilmini işaretle değil sözle anlatan ilk sûfî Zünnûn el-Mısrîdir (ö. 245/859). Fakat o bu ilmi sadece kendisine inananlara anlatmaktaydı. Cüneyd-i Bağdâdî bu ilmi mahzenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. Tasavvuf tarihinde bâtın ilminden kürsülerde açıkça bahseden ilk sûfînin Şiblî olduğu söylenir (Câmî, s. 33). Bununla beraber bâtın ilmi geniş ölçüde her zaman gizli öğretilmiş, bu anlayış tarikatlarda da devam ettirilmiştir.
Mutasavvıflara göre bâtın ilmi İslâmdan ayrı ve onun dışında bir ilim değildir. Bu ilim esasen nasların derin ve ince mânalarından ibaret olup Hz. Peygamber tarafından bazı sahâbîlere öğretilmiştir. Nitekim onun, sırdaşı (sâhibü sırrin-nebî) Huzeyfe b. Yemâna bazı sırlar tevdi ettiği, ayrıca Ebû Hüreyrenin, Hz. Peygamberden iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi dediği rivayet edilir (Buhârî, ʿİlim, 42). Hz. Peygamberin dinde fakih olması için dua ettiği İbn Abbasın ilminin de bâtın ilmi olduğu söylenir.
Cüneyd-i Bağdâdî, Hz. Mûsânın Hızırdan öğrendiği ledün ilmi (bk. el-Kehf 18/65) ile Hz. Alinin bildiği bâtın ilminin aynı şey olduğunu söyler. Serrâca göre Kuranın, hadisin ve İslâmın da zâhir ve bâtını vardır. Geniş anlamıyla şeriat ilmi bu ikisini de ihtiva eder. Nitekim sûfîlere göre, Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol vermiştir (Lokmân 31/20) meâlindeki âyette bu hususa işaret edilmektedir. Cibrîl hadisinde söz konusu edilen İslâm zâhir, iman bâtındır; ihsan ise zâhir ve bâtın hakikatlerinin birliğidir (Serrâc, s. 22).
Sûfîler, ehl-i zâhir arasında işaret ve remizlerle anlattıkları, fakat kendi aralarında bazan açıkça konuştukları bâtın ilminin önem ve değeri konusunda görüş birliği içindedirler. Bâtın ilminin üstünlüğü ilk tasavvufî eserlerde de önemle vurgulanmıştır. Gazzâlî zâhir ilmine kabuk (kışr), bâtın ilmine öz (lüb) nazarıyla bakar. Zâhir ilmi yola, bâtın ilmi menzile ait bilgilerdir. Sûfîler metot olarak zâhir ilminin eğitim ve öğretimle, bâtın ilminin ise mistik sezgi (keşf) ile elde edildiğini söylerler. Bu şekilde belli bir silsile ile Hz. Peygamberden gelen veya özel bir yolla naslardan çıkarılan bilgiler gibi ilham ve keşf yoluyla vasıtasız olarak Allahtan alınan bilgilere bâtın ilmi denir. Nitekim İbnül-Arabî, Velîler bilgileri peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar (Fuṣûṣ, s. 54) derken bu hususu belirtmiştir. O Fuṣûṣül-ḥikemde her bölümün başına getirdiği hikmet sözü ile bâtın ilmini kasteder. Gazzâlî bâtın ilmini biri muamele, diğeri mükâşefe ilmi olmak üzere ikiye ayırır. Birincisini eserlerinde geniş olarak açıkladığı halde ikincisinin kitaplara yazılmasının ve ifşa edilmesinin câiz olmadığını ifade eder (İḥyâʾ, I, 20-23).
Serrâcın el-Lümaʿ ve Ebû Tâlib el-Mekkînin Ḳūtül-ḳulûb adlı eserleri bâtın ilmi hakkındaki önemli kaynaklardandır. Fakat bâtın ilmiyle ilgili en başarılı açıklamalara Gazzâlînin İḥyâʾü ʿulûmid-dîninde rastlanır. Gazzâlî namaz, oruç, zekât, hac ve Kuran tilâveti gibi bütün ibadetlerin bir zâhirî, bir de bâtınî yönü bulunduğunu ifade ederek zâhirî amel-bâtınî amel, zâhirî hüküm - bâtınî hüküm, zâhirî edep-bâtınî edep, zâhirî temizlik - bâtınî temizlik gibi ikili ayırımlar yapar. Meselâ ona göre rükûun zâhirî mânası eğilmek, bâtınî mânası saygı göstermektir. Zâhirî mâna beden, bâtınî mâna ruh gibi olduğundan bâtınî yönü gerçekleşmeyen ibadetler cansız sayılır.
Kuranın, hadislerin ve ilmin zâhir ve bâtınından bahseden mutasavvıflar Hz. Peygamberin de zâhirî ve bâtınî yönü bulunduğunu, zâhirini kâfir-mümin herkesin bildiğini, bâtınını ise ancak müminlerin ve velîlerin anlayabileceğini belirtirler. Sana bakıyorlar ama görmüyorlar (el-Arâf 7/198) meâlindeki âyette işaret edildiği gibi inkârcıların baktıkları halde görememeleri onun bu bâtınî yönüdür.
Zâhir ile bâtın arasında bir çelişkinin bulunup bulunmadığı konusu önemle tartışılmıştır. Gizli ve bâtınî bir ilmin meşruiyeti kabul edildikten sonra bu konuda farklı kanaatlere sahip kimseler, zaman zaman şathiyyât türünden taşkınlıklara kadar varan sözlerle ifade ettikleri kendi inanç ve düşüncelerini bâtın ilmi olarak takdim etme yolunu tutmuşlardır. Ancak bu tür taşkınlıklar bütün zâhir âlimleriyle birçok mutasavvıf tarafından İslâmın zâhirî hükümlerine ve temel esaslarına aykırı bulunarak reddedilmiştir. Nitekim Ebû Saîd el-Harrâz, Hücvîrî, Gazzâlî, Sühreverdî gibi birçok sûfî, zâhire aykırı düşen her bâtın bâtıldır kaidesini benimsemişlerdir. Ancak Hz. Mûsâ ile Hızırın bilgilerinde olduğu gibi (bk. el-Kehf 18/65) görünüş itibariyle de olsa bu iki ilim arasında bir çelişki bulunabileceğini kabul eden Gazzâlîye göre bu bilgilerin hakikatini ve halka açıklanmayan kader ve ruhla ilgili bazı sırları ancak velîler ve ârifler bilebilir. Nasların mecazi mânaları da bâtınî mâna sayılır. Bir şeyi bilmekle o şeyi yaşayarak öğrenmek arasında fark bulunduğu gibi zâhir ile bâtın arasında da bir fark olabilir. Hal diliyle söyleneni söz diliyle anlatmak da bir kapalılığa yol açar.
Zâhir ilmi ile bâtın ilmi arasındaki uyum ve tutarlılığın her zaman yeteri kadar açık biçimde ortaya konulamaması, bir taraftan Sülemî, Gazzâlî ve İbnül-Arabî gibi mutasavvıfların Bâtınîlikle suçlanmasına, diğer taraftan çeşitli dış kaynaklardan, özellikle Bâtınîlikten, Şiîlikten, İhvân-ı Safâ ve Yeni Eflâtunculuktan gelen tesirlerin bâtın ilmi ve nasların bâtınî mânası adı altında İslâm muhitinde kolaylıkla tutunmasına yol açmıştır.
İsmâiliyye ve Talîmiyyenin bâtın anlayışı ile tasavvuftaki bâtınî mâna arasındaki fark şudur: İsmâiliyyeye göre de nasların zâhirî ve bâtınî mânaları vardır; ancak asıl geçerli olan bâtınî mânadır; zâhir sadece avam ve ehl-i zâhir içindir. İsmâilîler kendilerini zâhirî mânalar ve bunlara dayanan şerî hükümlerle yükümlü ve sorumlu saymazlar. Buna karşılık mutasavvıflar nasların hem zâhirî hem bâtınî mânalarını geçerli kabul ederler. Onlara göre zâhirî mâna hak, bâtınî mâna hakikattir. Bu sebeple her iki mânaya göre hareket etme mecburiyeti vardır.
Bâtın ilminin varlığı daha çok Gazzâlîden sonra ve onun etkisiyle zâhir ulemâsı tarafından da benimsenmiştir. Ancak kelâmcılar bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyu ile haber-i sâdık içinde düşündükleri peygamberlere gelen vahiy ve ilhamı kabul ederler. Gazzâlî, Râzî, Âmidî gibi müteahhir devir kelâmcıları mutasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bilgi kaynağı olarak kabul etmekle birlikte, bu tür sübjektif bilgileri vehim ve kuruntulardan ayırabilmek için bunların Kitap ve Sünnete uygunluğunu esas almışlardır. Kelâmcıların bu görüşü aslında yukarıda da belirtildiği gibi sûfîlerin, zâhire aykırı düşen her şey bâtıldır ilkesinin değişik bir şekilde ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Teftâzânînin, İlhamla ilim hâsıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez sözü bu konuda kelâmcıların ortak görüşlerinin özeti sayılabilir.
Bâtın ilmi Allahın sırlarından bir sır ve Onun hükümlerinden bir hükümdür. Allah bu ilmi velîlerinden dilediği kişilerin kalplerine atar anlamındaki bir hadisi zikrederek bunun uydurma olduğunu söyleyen İbnül-Cevzî bâtın ilmiyle ilgili daha başka rivayetleri de tenkit etmekle birlikte sonuç olarak ilhamın mümkün olduğunu kabul eder. İbn Teymiyye bâtın ilminin imanın gizli hakikatlerini bilmek anlamına geldiğini söyler. Bâtın ilminin doğrudan doğruya Allahtan aldıkları bilgiler olduğunu öne süren İbnül-Arabî gibi bazı mutasavvıflar için mülhid kelimesini (bk. Mecmûʿu fetâvâ, XI, 221-227) kullanan aynı müellif, Gazzâlîyi de Mişkâtül-envârdaki görüşlerini delil göstererek sûfîlerin gizli bilgilerini vahye denk tutmakla suçlamıştır.
Hâris el-Muhâsibî, Kelâbâzî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi Sünnî mutasavvıflar Kuran ve hadis çerçevesinde kalan bâtın ilmini kabul etmişler, bunu da nasların mânalarını derinleştirmek olarak anlamışlardır.
Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ
Aşırı Şiîlerden Ebû Mansûr el-İclî Allahın Hz. Muhammede tenzili, kendisine ise tevili indirdiğini ileri sürmüş, tenzili zâhirî ilim, tevili de bâtınî ilim şeklinde açıklamıştı. Cafer es-Sâdıkın öğrencilerinden sayılan ve bâtın ilmini bildiği öne sürülen Câbir b. Hayyân bu ilmi, kanunların konuluş sebeplerini ve ilâhî akıllara uygun olan özel gayeleri bilmektir şeklinde tarif etmiş ve bu açıklamasıyla felsefî bilgilere işaret etmiştir.
Hz. Aliden sonra Muhammed Bâkır ve Cafer es-Sâdık gibi imamlara intikal ettiğine inanılan bâtın ilminin, bu ilmi anlama ve kavrama seviyesinde olmadığından halka açıklanması uygun görülmemiştir. Zira halk bâtınî anlamları kavrayamayacağından bu konuda söylenenleri reddedecek ve bu yüzden günaha girecektir. Hz. Aliye nisbet edilen bir söze göre Hz. Peygamber kendisine yetmiş çeşit ilim öğretmiş, ancak o halkın kendisini yalancılıkla suçlamasından çekindiği için bunları açıklamamıştı. Zeynelâbidîn ve Cafer es-Sâdık gibi imamların da sahip oldukları bâtınî bilgileri, putperestlikle suçlanıp idam edilmelerinden endişe ettikleri için açıklayamadıkları rivayet edilir. Cafer es-Sâdıkın bildiği iddia edilen cefr ilminin de bâtın ilmi olduğuna inanılır (Küleynî, I, 240-241).
Bu tür rivayetler Şiî inancında önemli bir yer tutar. Şiîler bu ilmin mâsum imamlar yoluyla kendilerine intikal ettiğine inanırlar. Aralarında benzerlikler bulunmakla beraber Caferiyyedeki bâtın ilmi ile İsmâiliyyedeki arasında büyük fark vardır. Caferiyye ve Zeydiyye mezheplerindeki bâtın ilmi anlayışı İsmâiliyye mezhebinde olduğu gibi hiçbir zaman dinî mükellefiyetleri geçersiz sayma noktasına varmamıştır.
Şîanın bâtınî ilim anlayışı şerî hükümlerden çok imâmet ve siyaset konusuyla sınırlı kalmasına karşılık tasavvuf düşüncesinde konu bu iki alanın dışında tamamıyla farklı bir bağlamda ele alınmıştır.
Mutasavvıflar dinî ilimleri biri zâhir, diğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırır; hadis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlere zâhir ilimleri, tasavvufa da bâtın ilmi adını verirler. Zâhirî ilimlerle meşgul olanlara zâhir ulemâsı, rüsûm ulemâsı ve ehl-i zâhir, kendilerine de bâtın ulemâsı ve ehl-i bâtın derler. Mutasavvıflara göre naslardaki gizli mânaları, ibadetlerin mânevî ve ahlâkî özünü, varlık ve olayların arkasındaki sırları açıklığa kavuşturan bâtın ilmi gizlidir ve onu halka açıklamak câiz değildir. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları ya anlayamaz veya yanlış anlar. Bu yüzden bâtın ilmi ancak zeki, yetenekli, istekli ve kalp gözü açık kimselere öğretilir. Başlangıçta bâtın ilminden sadece işaret yolu ile bahsedilir, bu ilim açık şekilde ifade edilmezdi. Bâtın ilmini işaretle değil sözle anlatan ilk sûfî Zünnûn el-Mısrîdir (ö. 245/859). Fakat o bu ilmi sadece kendisine inananlara anlatmaktaydı. Cüneyd-i Bağdâdî bu ilmi mahzenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. Tasavvuf tarihinde bâtın ilminden kürsülerde açıkça bahseden ilk sûfînin Şiblî olduğu söylenir (Câmî, s. 33). Bununla beraber bâtın ilmi geniş ölçüde her zaman gizli öğretilmiş, bu anlayış tarikatlarda da devam ettirilmiştir.
Mutasavvıflara göre bâtın ilmi İslâmdan ayrı ve onun dışında bir ilim değildir. Bu ilim esasen nasların derin ve ince mânalarından ibaret olup Hz. Peygamber tarafından bazı sahâbîlere öğretilmiştir. Nitekim onun, sırdaşı (sâhibü sırrin-nebî) Huzeyfe b. Yemâna bazı sırlar tevdi ettiği, ayrıca Ebû Hüreyrenin, Hz. Peygamberden iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi dediği rivayet edilir (Buhârî, ʿİlim, 42). Hz. Peygamberin dinde fakih olması için dua ettiği İbn Abbasın ilminin de bâtın ilmi olduğu söylenir.
Cüneyd-i Bağdâdî, Hz. Mûsânın Hızırdan öğrendiği ledün ilmi (bk. el-Kehf 18/65) ile Hz. Alinin bildiği bâtın ilminin aynı şey olduğunu söyler. Serrâca göre Kuranın, hadisin ve İslâmın da zâhir ve bâtını vardır. Geniş anlamıyla şeriat ilmi bu ikisini de ihtiva eder. Nitekim sûfîlere göre, Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol vermiştir (Lokmân 31/20) meâlindeki âyette bu hususa işaret edilmektedir. Cibrîl hadisinde söz konusu edilen İslâm zâhir, iman bâtındır; ihsan ise zâhir ve bâtın hakikatlerinin birliğidir (Serrâc, s. 22).
Sûfîler, ehl-i zâhir arasında işaret ve remizlerle anlattıkları, fakat kendi aralarında bazan açıkça konuştukları bâtın ilminin önem ve değeri konusunda görüş birliği içindedirler. Bâtın ilminin üstünlüğü ilk tasavvufî eserlerde de önemle vurgulanmıştır. Gazzâlî zâhir ilmine kabuk (kışr), bâtın ilmine öz (lüb) nazarıyla bakar. Zâhir ilmi yola, bâtın ilmi menzile ait bilgilerdir. Sûfîler metot olarak zâhir ilminin eğitim ve öğretimle, bâtın ilminin ise mistik sezgi (keşf) ile elde edildiğini söylerler. Bu şekilde belli bir silsile ile Hz. Peygamberden gelen veya özel bir yolla naslardan çıkarılan bilgiler gibi ilham ve keşf yoluyla vasıtasız olarak Allahtan alınan bilgilere bâtın ilmi denir. Nitekim İbnül-Arabî, Velîler bilgileri peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar (Fuṣûṣ, s. 54) derken bu hususu belirtmiştir. O Fuṣûṣül-ḥikemde her bölümün başına getirdiği hikmet sözü ile bâtın ilmini kasteder. Gazzâlî bâtın ilmini biri muamele, diğeri mükâşefe ilmi olmak üzere ikiye ayırır. Birincisini eserlerinde geniş olarak açıkladığı halde ikincisinin kitaplara yazılmasının ve ifşa edilmesinin câiz olmadığını ifade eder (İḥyâʾ, I, 20-23).
Serrâcın el-Lümaʿ ve Ebû Tâlib el-Mekkînin Ḳūtül-ḳulûb adlı eserleri bâtın ilmi hakkındaki önemli kaynaklardandır. Fakat bâtın ilmiyle ilgili en başarılı açıklamalara Gazzâlînin İḥyâʾü ʿulûmid-dîninde rastlanır. Gazzâlî namaz, oruç, zekât, hac ve Kuran tilâveti gibi bütün ibadetlerin bir zâhirî, bir de bâtınî yönü bulunduğunu ifade ederek zâhirî amel-bâtınî amel, zâhirî hüküm - bâtınî hüküm, zâhirî edep-bâtınî edep, zâhirî temizlik - bâtınî temizlik gibi ikili ayırımlar yapar. Meselâ ona göre rükûun zâhirî mânası eğilmek, bâtınî mânası saygı göstermektir. Zâhirî mâna beden, bâtınî mâna ruh gibi olduğundan bâtınî yönü gerçekleşmeyen ibadetler cansız sayılır.
Kuranın, hadislerin ve ilmin zâhir ve bâtınından bahseden mutasavvıflar Hz. Peygamberin de zâhirî ve bâtınî yönü bulunduğunu, zâhirini kâfir-mümin herkesin bildiğini, bâtınını ise ancak müminlerin ve velîlerin anlayabileceğini belirtirler. Sana bakıyorlar ama görmüyorlar (el-Arâf 7/198) meâlindeki âyette işaret edildiği gibi inkârcıların baktıkları halde görememeleri onun bu bâtınî yönüdür.
Zâhir ile bâtın arasında bir çelişkinin bulunup bulunmadığı konusu önemle tartışılmıştır. Gizli ve bâtınî bir ilmin meşruiyeti kabul edildikten sonra bu konuda farklı kanaatlere sahip kimseler, zaman zaman şathiyyât türünden taşkınlıklara kadar varan sözlerle ifade ettikleri kendi inanç ve düşüncelerini bâtın ilmi olarak takdim etme yolunu tutmuşlardır. Ancak bu tür taşkınlıklar bütün zâhir âlimleriyle birçok mutasavvıf tarafından İslâmın zâhirî hükümlerine ve temel esaslarına aykırı bulunarak reddedilmiştir. Nitekim Ebû Saîd el-Harrâz, Hücvîrî, Gazzâlî, Sühreverdî gibi birçok sûfî, zâhire aykırı düşen her bâtın bâtıldır kaidesini benimsemişlerdir. Ancak Hz. Mûsâ ile Hızırın bilgilerinde olduğu gibi (bk. el-Kehf 18/65) görünüş itibariyle de olsa bu iki ilim arasında bir çelişki bulunabileceğini kabul eden Gazzâlîye göre bu bilgilerin hakikatini ve halka açıklanmayan kader ve ruhla ilgili bazı sırları ancak velîler ve ârifler bilebilir. Nasların mecazi mânaları da bâtınî mâna sayılır. Bir şeyi bilmekle o şeyi yaşayarak öğrenmek arasında fark bulunduğu gibi zâhir ile bâtın arasında da bir fark olabilir. Hal diliyle söyleneni söz diliyle anlatmak da bir kapalılığa yol açar.
Zâhir ilmi ile bâtın ilmi arasındaki uyum ve tutarlılığın her zaman yeteri kadar açık biçimde ortaya konulamaması, bir taraftan Sülemî, Gazzâlî ve İbnül-Arabî gibi mutasavvıfların Bâtınîlikle suçlanmasına, diğer taraftan çeşitli dış kaynaklardan, özellikle Bâtınîlikten, Şiîlikten, İhvân-ı Safâ ve Yeni Eflâtunculuktan gelen tesirlerin bâtın ilmi ve nasların bâtınî mânası adı altında İslâm muhitinde kolaylıkla tutunmasına yol açmıştır.
İsmâiliyye ve Talîmiyyenin bâtın anlayışı ile tasavvuftaki bâtınî mâna arasındaki fark şudur: İsmâiliyyeye göre de nasların zâhirî ve bâtınî mânaları vardır; ancak asıl geçerli olan bâtınî mânadır; zâhir sadece avam ve ehl-i zâhir içindir. İsmâilîler kendilerini zâhirî mânalar ve bunlara dayanan şerî hükümlerle yükümlü ve sorumlu saymazlar. Buna karşılık mutasavvıflar nasların hem zâhirî hem bâtınî mânalarını geçerli kabul ederler. Onlara göre zâhirî mâna hak, bâtınî mâna hakikattir. Bu sebeple her iki mânaya göre hareket etme mecburiyeti vardır.
Bâtın ilminin varlığı daha çok Gazzâlîden sonra ve onun etkisiyle zâhir ulemâsı tarafından da benimsenmiştir. Ancak kelâmcılar bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyu ile haber-i sâdık içinde düşündükleri peygamberlere gelen vahiy ve ilhamı kabul ederler. Gazzâlî, Râzî, Âmidî gibi müteahhir devir kelâmcıları mutasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bilgi kaynağı olarak kabul etmekle birlikte, bu tür sübjektif bilgileri vehim ve kuruntulardan ayırabilmek için bunların Kitap ve Sünnete uygunluğunu esas almışlardır. Kelâmcıların bu görüşü aslında yukarıda da belirtildiği gibi sûfîlerin, zâhire aykırı düşen her şey bâtıldır ilkesinin değişik bir şekilde ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Teftâzânînin, İlhamla ilim hâsıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez sözü bu konuda kelâmcıların ortak görüşlerinin özeti sayılabilir.
Bâtın ilmi Allahın sırlarından bir sır ve Onun hükümlerinden bir hükümdür. Allah bu ilmi velîlerinden dilediği kişilerin kalplerine atar anlamındaki bir hadisi zikrederek bunun uydurma olduğunu söyleyen İbnül-Cevzî bâtın ilmiyle ilgili daha başka rivayetleri de tenkit etmekle birlikte sonuç olarak ilhamın mümkün olduğunu kabul eder. İbn Teymiyye bâtın ilminin imanın gizli hakikatlerini bilmek anlamına geldiğini söyler. Bâtın ilminin doğrudan doğruya Allahtan aldıkları bilgiler olduğunu öne süren İbnül-Arabî gibi bazı mutasavvıflar için mülhid kelimesini (bk. Mecmûʿu fetâvâ, XI, 221-227) kullanan aynı müellif, Gazzâlîyi de Mişkâtül-envârdaki görüşlerini delil göstererek sûfîlerin gizli bilgilerini vahye denk tutmakla suçlamıştır.
Hâris el-Muhâsibî, Kelâbâzî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi Sünnî mutasavvıflar Kuran ve hadis çerçevesinde kalan bâtın ilmini kabul etmişler, bunu da nasların mânalarını derinleştirmek olarak anlamışlardır.
Müellif: SÜLEYMAN ULUDAĞ